17 Mart 2010 Çarşamba

Yakup

Hayattaki tek gayesi gelmiş geçmiş en başarılı masa tenisi oyuncusu olmak gibi saçaklı bir yola girmiş, ergenliğin amorf gelişimi başlamış vücuduna bakımı az da olsa hor gören bu çocuk, kolları ve beyni arasındaki bağlantıyı en üst seviyede başarıyla uygulamasıyla benim sempatimi kazandı. Gerçi masa tenisi ne kadar zor olabilir ki...
Sanırım bol oksijenli, uzak dağ köyü yaşamı ve kendine uzak görünen bu durumu gerçekleşecekmişcesine sahiplenmesi... Hayatına kattığı refleksif yapısala bakın. Hiçbir eğitimin, insanı belki de ulaştıramayacağı mutlu aydınlık ya da ardında yapamamanın bırakacağı kutlu karanlık ama her halükarda anarşistce savunulan hayat gerçeği. Hayatının iplerini kendine bağlamak için seçilen yaş. Belki de rüya ile gerçeğin oralarda ayrımı yapılmaz. O da bu gelenekten sarkarak tutunduğu ağacı bana doğru sallarken, ben hışırtıların arasında gizli olan kendi hayal melodimi zor da olsa seçmeye çalışıyorum.
Standartları yüzyıllar önce belgelenmiş taşra. Her zaman sessiz bilgeliklerin asıl ekilip, biçildiği yer. Yaşlanmak yok ama ölüm ani. Doğum çok ama hayat fani (iğrenç!!!). Horoz sesiyle doğan güneş, abartısız, görücü usulü sevişmelerle ay ve yıldızlar için karartır semaları. Hayvanlar ve insanlar birbirlerine bakıp bakıp nasıl eğleniyorlardır buralarda. Bu çocuğunki de, şaraplar veren bağların arasında, şaraplar tüketilip en güzel müziğin patladığı yanardağın yamacında kurulu, yüzelliyedi haneli, tek camili bir Ege Köyü. Tavuktu, köpekti dolanır ortalarda, eşekti, inekti şenlendirir kuru güneşin altında toprağı. Buraları da tanrı yarattı ve yeterince uzak onu tanımamazlıktan.
Haydi namaza sesleri arasında, hızla kapatıp evin kapısını, elinde bozuk bir çizimle marangoza yol alır çocuk (Hadi artık adı da olsun, Yakup). Bir ansiklopedi de bulmuş masa tenisi masası ölçülerini, yaptırıp marangoza, kasabadaki okulun spor hocasından rica-minnet bulduğu raket artı top ile başlar efsanevi kariyerine. Marangoz bakınca çizimlere hemen tamamlar aklından projeyi, sunta üstüne macun, cila, beyaz boya ile çizgiler, zaten Yakup'un pedere borçlu, iki güne hazır masa. Sevinçten Yakup Efendi aynı hızla top sahasına, bağıra çağıra arkadaşlarına anlatır durumu. Bir vaybeleme onlardan iyice kendine güven deposu fullo. Ama sahayı tararken gözleri diğer arkadaşlar için, rakip gerekir sporda, gelir aklına. Uzakta, sahanın kenarında, yamuk futbol topuna pek de merak sallamayan bir sarışın bomba görür gözleri. Eteklidir kendisi. Daha önce sadece kalabalık arkadaş arası laf atmalarla yanaşabildiği bir hanım kız. Sanki başlaması gereken bir ergenekon arkadaşlığı için geçerli bir sebep dolanıp, koca sahada ikisini bağlayan bir esinti oluşturur. Cesaretle uzaklaşıp, tozlu, terli topçulardan, ağaç gölgesinin altında, sevimli uçuşan saçlarının arasından birden ona bakan, iki iri mavi soru görür. Yaklaştıkça artar kalbinin sesi, nefes alabiliyor ama geri veremiyor neyse... Girince Yakup gölgeli alanın içine, ee artık vaktidir konuşmanın. Kızımız (Derya), sanır ki saçmadan bir yakınlaşma konuşması gelecek, daha yeni çıkmaya başlayan memelerinin yüzü, suyu hürmetine. Ama Yakup'un aklı başka yerde, gerçi kız da güzel. Masa tenisini biliyor musun??? Tabii ki anlamadı ve çok tatlı bir -ne- cevabı gelir geri. Masa tenisi, pinpon da derler hani, allahım niye gözlerinin içine içine bakar ki kızlar konuşurken. Biliyorum. Çok net. Biliyor. Çok mu çabuk olur eğer bende raket var masam da iki-üç güne hazır falan dese ki oldu da. “Adın ne?” der Derya, Yakup. Ben seninkini biliyorum, Derya der Yakup. “Olur” oynarız ama iyi bilmiyorum, ne güzel bir olumsuz cümle. Ben sana öğretirim ve arkasından Derya'dan gülümseme. Artık gölgeli alan da ısındığına göre Yakup'a vücudu söyler gitme vaktini. “Ben seni bulurum”. Bu çocuk gerçekten başarılı bir insan artık gözümde.
Son haydi namaza sesleri arasında, yemek sofrasının başı. Derya'nın heyecanıyla birkaç koca lokma ile mideye indirilen sebzelerin ağırlığı, masanın başına mıhlar Yakup'u. Herkes kalkmış masadan, hatta masa toplanmış. Derya ile konuşulmuş 3-5 cümle arka arkaya akar saçlarının altından. Peki, bu gece nasıl uyur bu çocuk, daha karnını ağrıtanın ne olduğunu bile bilmezken. Yüzünde mutluca bir sırıtma ile "Baba, masayı marangoz halletcekmiş" ama peder koltukta gitmiş bile. O zaman tekrar Derya hayallerine geri dönüşüm. Niye aklımdan çıkmıyor Derya'nın yüzü, niye Yakup'un yüzü o andan beri daha bir hareketli, kırmızımsı. Hayata dair cevapların aranması başlıyor Egeli Yakup için. Herkes uyumuş, evde çıt yok, Yakup, ayaklandı en sonunda masanın altından. Yatağına yönelir gibi olur ama o garip iç-karışıklık yerle paralel kılmaz bedenini. Ya, nedir bu be. İçgüdüsel aklı kayar mutfağın yanındaki küçük kapıdan geçilip, girilen alçak tavanlı, ev yapımı peygamber suyu ambarına. Elinde fener, kapıyı aralar, neredeyse nefes bile almaz, ses vermez olur. Bir testi durur, yarılanmış, belli ki ellenmiş. İçini koklar Yakup, koku güzelmiş di mi? Bardak yok yakınlarda, içindeki sıkıntı iyice ısınır, yanaklarına kan basar, daha bir yudum bile değmedi diline, damağına. Gözler duvarda sabit ama gördüğü rüzgarlar, kokular, söylediği cümleler. Derya... ve bir koca yudum, yine aceleci davranır Yakup. Ağzının kenarından yarısı yerde, üstünde içtiğinin. Tadı da güzelmiş, acı ama güzel. Acı havuç gibi bir şey, diş macunu gibi. Bir yudum daha. Derya yakınlaşıyor duvardan yüzüne. Biraz daha, testi hafifliyor. Yakup'da ağırlaşıyor. Testi boş, dakikalar içinde. Her yudum ile yaklaşan Derya artık içinde. İçindekine nasıl dokunsun. Bir de oturması lazım geliyor. Canı daha da istiyor tabii. Fenerle bir küçük mekan araştırması ve işte fıçılar. Sadece üç tane... Peder kendine ayırmış. Açılmamış ama bir cesaret var Yakup'ta, testiyi tutup musluğun altına... Yarım saat oldu mu buraya gireli bilmem ama çocuk fena. Artık yerde oturmuyor, uzanıyor. Derin nefesler alıp, veriyor. Gölgeliğe doğru çekerken bacakları ilk ergenliğini, aynıydı bedeninin tepkileri boşluğa. Derya uzuyor, kısalıyor ama gitmiyor. Bir koku geliyor, taze, heyecandan yanacak Yakup'un alnı, karnı. Bir esinti daha. Kırmızıydı, mavinin en güzeliydi derken soğuk ama hemen ısındı yine. Mideden bir sıkıntı. Yerden kalkmak istiyor ama başka bir ses peydahlanıyor kafasının içinde. Bir buçuk testi, güzeller güzeli şaraptan, içinde tortusuydu, tozuydu hepsiyle birlikte. Evin en karanlık ve soğuk yerinde, Derya hayalleriyle geçiyor gece. İşte hayat be. Yakup, ne zaman uyudu, ne zaman uyanır. İki ezan arası, gözü açık rüyalarla. Her şey başlıyor artık. Yaşasın Yakup...

Üç gün, bir ay gibi geçer Derya'yı görmeyince. Anlamadı hala niye bu kadar aklında hep. Giderken masayı teslim almaya marangoza, elli adımlık yolda, binlerce görsel hayal, festival açılışını yapar, curcuna, şatafat, bini bir para. Göz gözü görmez... Masa biraz benzemiş, işini görür ama. Paralel duruşunu bile hesaplamış, tozlu kaşlarını kaldıra kaldıra anlatıyor işini. Pedere selam, borcu kapasın der gibiydi. Marangozdan eve yüküyle. Avluya kurar masayı, avlu kapanır nerdeyse, baya büyükmüş. Odadan alır gelir raketi, topu ve işte ilk vuruş, file...fileyi unutmuş heyecandan. Onu da annesi ayarlamış zaten haftabaşı. Çivilenir idareten masanın kenarlarına. “Anne geç bir dur karşımda, topu bana atarsın”. Ve işte ilk vuruş... Iska bir... Topa vuramadı ama yerde bile sektirmeden hemen avuçlar, bir daha... TIK ve işte ilk vuruş. Kendine ait masasında, kendi hayalinin peşinde, anasının yüzüne doğru dümdüz. Annesi güler, topu tutamaz, yakalayamaz yerde, koca kadın, saçı başı açılır. Anne der ki, " Duvara dayasana bir tarafını". Akşam olur, hava kararalı saatler geçmiş, Tik tak sesinden Yakup kopmuş, gitmiş. Bu ne burada, bağlacıyla peder alır gelir eve Yakup'u. Yine masa başındalar, yine sebzeler. Derdini anlatmaya çalışıyor oğlan, peder ikna olmuş gibi. Anne zaten tamam, oğlu mutlu olsun yeter ona. Yaa bir de Derya olsa buralarda...

Günlerce aynı ritim, masayla aşk yaşar sankilerden. Ses artık ev ve etraf ahalisini rahatsızlığa sürüklemeye başlar mı ne. Bir kaç "Ay yeter.." inlemeleri bir yerlerden. Kafasını kaldırmaz, tınmaz da diyelim. Ama artık bedeni de bir dur der. Yine akşam olmuş, haftanın orta günlerinden birinde. Masayı katlayıp, kenara koyarken, yine o serin esinti derken evin önünden sarıların en güzelinden bir esinti akar, içeri bakıp hemen çevirir başını. Derya bu... Geçti. İki dakikalık saygı duruşu, iki dakikalık. Kıpkırmızıdır Yakup. Kıpırdayamıyor yerinden. Bir süre sonra yemek masanın başında yine ama bu sefer hiç yiyesi yok. Sabitlenmiş, arkadan bir müzik geliyor kulağına, Derya'nın hayaliyle beraber. Bininci geçişini az önce tamamlar gözlerin içinden. Her seferinde Yakup'un gözlerinin daha da derinliklerine bakar. Mavi gözleri büyür büyür ve artık Yakup için masmavi bir soğuk titremenin adıdır. Bir uyanır ki daha on dakika olmuş, yesen evladımlar, ne oldular, hastalandın mı falanlar derken Yakup kalkar masadan. Silik bir “yemiyceem”. Nerelere gitsem, kaçsam evden çıksam karanlığın ortasına. Deryaların evine gitsem, kapıyı açsa, gülse bana, evet!!! Yarın oynamaya çağıracağım, tamam demişti o gün di mi....evet....Yarın nasıl çabuk gelir der içinden, dışından. Herkes yatıverir o farkedene kadar, sende yat-t-t-t...Gözü yine kayar küçük odaya, yine kedivari sessiz iter kapıyı. Kapı kapalı, kilitli. Anahtarı nerde kim bilir. Anası bilir. Babası bilir. Babası bilmiş zaten gireni. Kapıya da herhalde bir on dakika bakar öyle açıl diye yalvarırcasına. Açılmaz kapı. Geçmez olur saatler. Uflamalarla atar nefesini dışarı gece boyunca. Gece de onu atar karanlığa ama gözleri sonuna kadar açık. Kapan. Kapa. Kapanır sonunda. Derya uyudu artık, Yakup....
Uzak köylerde gecelerin gizemi üzerine anlatılan efsanevi mi nedir gibi söylenceler vardır. Yakup, o gece o belalı rüyasında sıkıntıların şimdiye kadarki en ağırlısına seyrüsefer eder. Pişman olur uyanınca, uyuduğuna gecenin ortasında. Sabaha kadar da yummaz gözünü. Ana, baba homurtusu, kardes vızıltısı arasında günü doğurur. Ezan... Uzun oldu galiba bu sefer. Sabah sabah ezan ne saçma falan derken ki döner köşeden, uykusuzluğun hıncını müezzine vurmanın ne gereği var...

Dünya uyandı sonunda. Derya da uyandı. Devam Yakup’um...

4 Mart 2010 Perşembe

Harko

Yüzlerce arkadaşım ile birlikte kumun altında güneşin bizi kavurup, kum içi böceklerine lezzetli omletler yapmasını bekliyorduk. Geceyi bekliyorduk. Ben yolu biliyorum... Karanlığın en parlayan ışıklarına doğru gitmemiz gerekiyor, Normandiya çıkarması gibi... Vakit yaklaştıkça heyecandan kabuğunu kıramayıp havasızlıktan gömülü kalanların son tiz çığlıklarını duyuyoruz, bu bize çıkma vaktinin geldiğini hatırlatan anons gibi... İlk benim çıkmam gerekli, çok heyecanlı...
Dizime kadar suya girmiş vaziyetteyim ve sayıyorum. Gayet yeterli bir sayı, yüzüyor. Kumsaldan gelen o kalabalık uğultusu azaldı. Almanlar en cesurlarımızı avladı. Hayat her zaman bir adım geriden gelenlere kucak açıyor. Ayışığından yansımayan gölgemi bir tek ben görebiliyorum artık denize vuruyor ve benim insan kıyafetlerimi giyme vaktim geldi. Yıllardır sahiplendiğim bu yol gösterici göreve karşılık, kaplumbağalar bana sadece bir tek dileğimi gerçekleştirebileceklerini söylediler. Suya son bir el teması yaparak kumsaldayım... İnsanlığın ilginç yanlarından biri, güneşin doğmasına yaklaşan vakitlerde garip bir serinlik ve o serinliğe karşı kabaran memeuçları. Kumsalın arkasındaki yerler benim gibi arada bir yemek yemesi, yıkanması, öpüşmesi, sevişmesi, ağlaması gereken insanlarla dolu.
Denize yakın yaşamayı seçenlerin daha güzel ve rahat olduklarını ilk “Kaplumbağa Kongresi” için Arakna’ya gittiğimde anlamıştım. İnsan kıyafetlerini ilk giyişimdi ve kuş olmayı seçenlerin kahkahaları altında saatler süren susuzluk ve terleme nöbetleri ardından, denizin çok uzağında, sıcak, kaba ve renksiz bir kocaman ev yığınının arasına gelmiştim. Kongre başkanı Vurualt, 1111 yaşında, desenleri solmaya başlamış, konuşması yavaşlamış bir Opsilen Kamlumbağası idi. Benim soyumdan. Burada bu kongreyi uzun uzun anlatmayacağım. Konuşmaların 74 saat sürdüğünü ve dışarıda bekleyen etcil hayvanların heyecanlı kükremelerinin altında bitirmemek için elinden gelenin yapıldığı bir toplantı. Bana güney Akdeniz kıyılarının doğum koruyuculuğu görevi verilmişti. Çok onur verici bir görev. Çok zor ve hiç bitmeyen. Kongerinin kapanış partisini beklemeden insan kıyafetlerimi tekrar geçirdim ve kendimi bu kuru havanın içine bıraktım. Kalabalık, geniş caddelerde rengarenk kıyafetli insanların önüne geçilmez bir uğultusu vardı. Algılamam çok zor oldu ama sanırım denizden uzak insanlar daha çok bağırarak konuşuyorlar. Kendimi tekrar kendi kumsalıma götürebilmek için güneşi iki kere yarım görmem gerekti.
Yürüyorum, çok zevkli. Teknemi bıraktığım barınaktaki ustayı aradığımı söyledim ordaki çocuklardan birine. Koşarak gitti geldi, düştü kalktı... Ödemeyi bir kasa Akdeniz Orkinosu ile yaptım. Bunları nasıl yakaladığım ve çok derinlerde yaşamalarına rağmen bu kadar çoğunu nasıl yakaladığımı sordu. ‘Ben bir derin deniz kaplumbağasıyım’ dedim. Güldü, sadece iki dişi vardı. Tekneyi alıp limana doğru yelken açtım. Limana motor ile girmeyi hiç sevmiyorum çünkü iskele ayaklarına yapışmış midyeler bu gürültüden rahatsız olurlar ve etleri gerilir. İki yaşına kadar bir kaplumbağanın temel besini midyedir ve lezzetsiz bir çocuk nesline bari ben sebebiyet vermeyeyim. Limana bağladım teknemi, karnım açıktı. Gizlice ağzıma birkaç yaprak Essanense yosunu attım. Kapı görevlisine bir selam ve artık insanların arasındayım. Yürüyorum, hala zevkli.
Güzel bir koku var bugün havanın içinde dolaşan, yağmurun ardından uyanan yeni dünya gibi, bebek gibi ve az önce burdan geçmiş. Kokulara karşı saplantım var. Güzel bir kadının kokusu, yağmurun kokusu, kumsalın kokusu, rüzgar ve tabii ki deniz kokusu... Yaşam elementlerim bunlar. Bir kokuyu takip etmek, insan cinsi için belki de farketmeden yaptığı içgüdüsel bir döngüleme. Kaplumbağaların her sene, aynı vakitlerde, bucaksız denizde bu sapsarı, cennet kumsalı bulmalarının nedeni de koku. Kaplumbağaları sevenlerinde aslında aldığı fakat farketmediği koku da yaşam kokusu. Kaplumbağa insanlara sadece hayatı ifade ediyor. İnsarlarda bize ölümü. Zavallıca öleceğini bilmeleri ve buna karşı ölümün sadece bir nefes ile yıkabileceği çelik, beton ve sıkıştırılmış ağaçtan duvarlar örmelerine bizler kumların altından başlayıp, denizlerin derinliklerine bıraktığımız kabuklarımızla gülüyoruz. Kaplumbağalar güler hem de çok...
Bu aldığım güzel koku da gülen ve güzel gülen bir insana ait. İnsanlar güldükçe ve çokça güldükçe saçları, bacakları, elleri, dudakları ve göğüsleri güzelleşir ve en delice olanı da aldığım kokunun içinde hepsini ayırabiliyorum. Sabırlı olmak ve zamanını beklemek konusunda galiba başarılıyımdır. Görevim gereği heyecanla kumsala tırmanmaya başlayan, yumurtalarını bırakma heyecanı ile çizik gözleri iyice daralmış dişilere yol göstermek beni birşeyi yapmaya koşullanmış canlıların eninde sonunda bunu yaptıklarına ikna etti. Zaten farkettim ki aslında istemek, çok istemek ve yapmak arasında hazsal olarak çok fark yok. Teknemin adının ‘Saçma’ olması da bundan. Sadece rüzgar ile dünyayı dolaşabilmek varken, sadece yağmur ile arınabilmek varken, sadece deniz ile bütün kötü düşünceleri silebilmek varken bütün bunları yapmak için denizden uzaklarda, kupkuru bir ciltle aylarca, yıllarca kim için, ne için olduğu belli olmadan çalış çalış, yarış, karış. Saçma işte asıl manyağı benim aslen kaplumbağa olmama rağmen insan kıyafetini giyince bu salak döngüye, martı ağzından kumsalın ortasına düşen ceviz gibi gömülmem. Bu koku bana güzel şeyleri hatırlatıyor. Ne ilginç kumsala doğru gitmiş, benim yolum üzerinde... bulması zor olmayacak sanırım.
Geceleri tekne ile açılırım genelde, gizlice kıyafetlerimi çıkarırım, kabuğumun sertleşmesi ile dönüşüm tamamlanır. Denize dalarım ve dostlarımdan bazılarını ararım. Yıldızlardan yansıyan ayışığının yettiği derinliklerden daha da derinlere, serin suların içine inerim, genç kaplumbağaları izlerim. Akdeniz’in bize sunduğu bir nimet olan Essanense yosunundan toplarım. Eski sevgililerimi de arada bir görürsem ki çok zor belki imkansız geceyi tamamlar tekneye geri çıkarım. Sonra bir elim yelkenin ipinde diğerinde beyaz şarap şişesi ile rüzgar kovalarım. En ıssız koylara girerim bu sefer insan olarak dalarım serin sulara. Sırt üstü zifir karanlıkta yıldızları izlerim. Bir keresinde yıldızların hepsinin aynı anda kaydığını ve dünya sularının göz açıp kapayıncaya kadar yer değiştirdiğini anlatmıştı Vurualt. Ona da dedelerinden gelen bir öyküymüş. Nerdeyse üzerine çıkılıp, yumurta bırakacak kara parçası kalmamış. Bizim çocuklarımız ilk önce güneş sıcaklığı altında, toprak elementleri ile beslenmeliler ve denizi kendileri bulmaları gereklidir. Ama o zamanlarda sadece en cesur öncüler, onlarca metrelerce dalgaları kovalarak kendine sığınacak yer arayan denizin içinde yüzmeyi başarabilmiş ve yıldızlar tekrar sabitlendiğinde son nefeslerini bu kumsallarda vererek türümüzün devamını sağlamışlar. Sonra güneş ve ay tekrar aynı döngü içinde müziklerine devam etmişler. Zihnimde milyonlarca yıldan beri gelen bilgiler, insanlığın karmakarışık mirasları ve bugün aldığım kokunun sahibi hakkında kabuksuz fantaziler ile geçen saatlerden sonra tekneye çıkıyorum.

“Tonight’s gonna be a good night... Tonight’s gonna be a good night...”

Aynadaki yüzüme birden bunları söylemek istedim, ıslak saçlarımı küçücük havlu ile kurularken... Hayatta herşey siyah-beyaz kadar keskin ayrılıklara ait olmalı... Ben çok ikiyüzlü biriyim, yaratılış... birazda kendi isteğimle.. hem kaplumbağa, hem riyakar bir insan... Bu kadar keyifli iken kendim hakkında ezici bir ağlama seansı yaşamak sadece insan suretimin bir eseri... Ben denizin içindeki karanlıkta yolumu bulabilirken, ayışığı altında aklıma yapışan o koku yüzünden şu an bilmediğim bir Akdeniz koyunda bütün yelkenleri indirmiş vaziyette küçücük aynaya bakıyorum... Artık gitme vakti... Çok uzaklara... En uzaklara bile gitsem yılın bazı zamanları kumsalıma dönmem gerekiyor. Özgürlüğümü bir süre ertelemem gerekli...
Aynı çok yüzyıllar önce doğudaki bir kralın onlarca metre yükseklikte ve millerce uzunlukta devasa duvarlarla çepeçevre kapattığı yapay cennetindeki en güzel meydanının, en güzel çeşmesine günün birinde gelip, korkudan çıt çıkarmayan halka nispet eder gibi özgürlük şarkısı ıslıklarını esirgemeyen Harko’nun hikayesi gibi... Kral bu kadar rahat davranan ve gökyüzünün mavisini içine çeker gibi başı hep yukarı kalkık bu kişiyi yakalayıp yaka paça önüne getiren korumaları sert bir dille mahiyetinden kovar. Ona sorar nasıl bir cürettir bu? Sessizlik çeşmesinin kutsal su sesini basit bir insanoğlu ıslığı ile bölmek... Harko’nun cevabı biz kamlumbağa zamanı ile yaşayanların her zaman aklındadır. Ben pantolonu olmayan bir denizciyim, çok güzel bir melodiyi söyler dururum, rüzgarın beni götürdüğü yere giderim, sonsuza dek özgürüm, siz?
Kral heybetle ayağa kalkar ve Harko’nun gözlerine bakar ve hava kararınca limana gelmesini emreder... Hava kararana kadar Harko’yu bir mezbelelikte hapseder işgüzar afikilar (sarayda kralın sadık hizmetçileri). Hava kararır afikilar ve kral limanda beklemeye başlar, kral bunu ilk defa yapmıştır. Birini beklemeye koyulur, yüzünde vereceği cevabın hazırlığını yaparken... Afikilar nasılsa gelmeyecek olan kafakarışıklığı sebebinden dolayı sinsi gülümsemeler atarlar birbirlerine. Birden karanlığın ortasında deniz köpürür, ıslak dudaklarını elleriyle kurulayan Harko, çeşme başında çaldığı melodiyi dökmeye başlar. Afikilar dehşetle birbirlerine bakarlar, kral bu arada afikilara döner ve elinde Harko’yu hapsettikleri mezbeleliğin anahtarını sallar. Harko kıyıya çıkar, kral ve Harko yanyana dururlar. Afikilar oracıkta idam edilir. Anahtarı denizin uzaklarına atar kral ve Harko’ya kenti içerisinde istediği gibi dolaşabileceğini, denizinde istediği kadar yelken açabileceğini, sarayında istediği kadar kalabileceğini söyler. Ama cevabını dinlemesini ister. Ben toprağın efendisi, havanın sahibi bir kuklayım, çaldığın melodiyi yıllar önce babamı boğarken unuttum, rüzgar ben istemezsem esemez ve özgürlük benim için çok uzakta... Harko kralın omzuna elini koyar ki bu hareket yedi düvelde yasaktır. Sonra kralın başındaki sarığı alır ki bu evren üzerinde bir canlı için vahim bir davranıştır. Sarığı kendi başına koyar ki bu sınırları çoktan geçmiş bir ölümlünün son dakikalarına benziyor. Yüzüne dökülen saçlarını tarar ve son sözlerini söyler çünkü bir dakika sonra kralın korumaları tarafından başı vurulur. Son sözleri genelde herkes tarafından farklı yorumlanır ki benim en sevdiğim ve öyle olmasını istediğim “senin gelmişini geçmişini skiim”dir. Ama genel kanı “emret, özgürlük son bulsun”dur. Harko kral için kendi özgürlüğünü sonlandırtır. Kendi ölümünü emrettirmek özgürlüğü... Harko’nun bu bazen saçma gelen hikayesi beni kumsalıma gelene kadar ayaz rüzgarlar arasında yelkenlenirken idare etti. Teknemi limana bağlarken hala benim final cümlemin bu hikayeye daha yakıştığını iddia edebiliyordum.
Teknemi limana bağlarken birşey daha oldu. Şen bir kahkaha geldi kulağıma, çok uzaklarda olmayan. Karanlığın içerisinden gelen onlarcasının arasından sıyrıldı. Çabuk hamlelerle teknemden iskeleye atladım. Şuursuzca koşuyorum. Kalabalığın içine daldım. Bir daha duyarsam yerini kesin bulabilirim eminin. Bir kere daha güldürün, birisi yere düşsün, biri birşeyler yapsın. Fakat bu insan kalabalığı yaklaştıkça gürültülerinin derecesini arttırmayı sever. Bağlantım koptu hissettim. Kumsala iniyim. Serin kumlara çıplak ayaklarımla izler bırakarak suya kadar yürüdüm. Dizlerime kadar suyun içerisindeyim. Hep olduğum gibi... Harko gibi siyah gökyüzüne bakıyorum ve krala benim demesini istediğim sözleri fısıldıyorum... Yaradılışımla ilgili şüphelerim mi var ne? Kaplumbağa kendini sorgulamaz, bu aptal insan kıyafetlerimi bir an önce çıkartmalıyım. Sessizliğin tam içine doğru...